26 Şubat 2015 Perşembe

OTUZ SENE OKUDUKTAN SONRA İLMİN BAŞINI KÖYLÜDEN ÖĞRENDİ

ilim öğrenmek ile ilgili görsel sonucu

Deli Hüseyin Ağa derler bir adam vardı. Yirmi yaşlarında evlenmişti. Nikâhına gelen hocaların sohbetlerini görüp onlara hayran kaldı. Kendisi de onlar gibi okuyup alim olmaya karar verdi. Zengin hali vakti yerinde olan Hüseyin Ağa, evlendikten bir,- iki gün sonra, karısından izin alıp İstanbula" ilim tahsiline gitti. Bütün malını karısına ve anasına bırakan Hüseyin Ağa, istanbul'da tam otuz sene ilim tahsil etti.
Bu otuz sene içinde köyünü ve gencecik bıraktığı hanımını aklına bile getirmemişti, hafız-ı Kur'ân olduğu gibi, arabî ilimleri de öğrenip tam bir dersiam (üniversite hocası) yetişti.
Otuz sene sonra memleketine gitmeye karar verdi, İstanbul'dan yola çıkıp, o zamanın vasıtaları ile memleketine vardığında, köyüne varmadan akşam olmuştu. Yakın bir köye misafir oldu. Akşam köyün camiinde va'z-ü nasihat etti. Halk bir çok müşkilini, o gece ondan öğrenmek fırsatını buldular. Yatsı namazından sonra, misafir olduğu köylünün evine geldiler. Gece sohbet ederlerken köylü:
— Hoca efendi, otuz sene ilim öğrenmişsin. Birçok mesele hakkında zorluk çekmeden bilgi verebiliyorsun. Sana bir sualim olacak. Ona cevap verebilir misin? dedi.
Hoca efendi: «Söyle bakalım, bilirsek söyleriz» dedi.
Köylü:
— Söyler misin bana ilmin başı nedir? diye sordu.
Hoca, bundan kolay ne var. İlmin başı Besmele'dir, dedi. Köylü kabul etmedi. Fatihadır, nasara yensuru dur, gibi aklına ne geldi ise saydı ama, köylü bu söylediklerinin hiç birisinin ilmin başı olmadığını söylüyordu. En sonunda hoca, köylüden, ilmin başını öğretmesini rica etti. Köylü bunun öyle kolay olmadığını, bunun öğrenilmesi için en az bir sene, kendisinin yanında kalması lâzım geldiğini söyledi. Hoca ne yapsın, otuz sene okuduktan sonra ilmin başını bilmeden köyüne gidemezdi. Bir sene köylünün yanında kalmaya razı oldu. Ara sıra: «Köylü amca zor birşey değilse şunu söyle de beni burada bekletme» dediyse de köylü bir sene geçmeden öğrenmesinin imkânsız olduğunu söylüyordu. Hoca efendi çiftse çift, çubuksa çubuk bir hizmetçi gibi tam bir sene köylüye hizmet etti. Artık sabredemez olmuştu. Bir sene dolduğu akşam amca şunu akşamdan söyle de rahat bir uyku uyuyayım, dedi ise de köylü, halâ söylememekte İsrar ediyordu.
Sabah oldu... Köylü karısına misafirin yolcu olacağını bir miktar azık hazırlamasını söyledi. Kendisi de Hoca'ya: «Hocam ilmin başı sabırdır» dedi.
Hocanın tepesi atmıştı:
— Bu iki kelime için mi beni bu kadar burada beklettin, kendine hizmet ettirdin. Bir senem bu iki kelime için mi buralarda zayi olup gitti. Sende hiç insaf ve merhamet yok mu? Sen Allah'tan korkmuyor musun? gibi sözlerle söylenmeye başladı. «Ben bunca sene okudum. Sabır hakkında bu kadar Hadîs-i Şerif okudum, ezberledim. Onun ne olduğunu ben senin kadarda mı bilmiyorum,» gibi sözler söylerken köylü duramadı:
— Hocam sen ilmi de biliyorsun, sabrın ne olduğunu da biliyorsun ama, sabretmesini bilmiyorsun. Seninle bu işin başında anlaşmadık mı? Bana kızıp sinirlenmeye hakkın yok, dedi.
Çünkü hakikaten ilmin başı, hatta hatta her şeyin başı sabırdır. «Sabreden derviş muradına ermiş, sabreden selâmeti bulur» gibi sözler hep sabır için söylenmemiş mi idi.
Hoca köylünün yanından ayrıldı. Bir gün sonra da akşam namazı sıralarında köyüne vâsıl oldu. Aradan otuzbir sene geçmişti ama, Hüseyin Hoca ancak evini bulabilmişti. Evine yaklaştı. Kapıyı çalmadan evvel pencereden baktı ki, içerde hanımı Fatma'nın yanında bir delikanlıdan başka kimse yok. Biraz bekledi, Fatma hanım yanındaki delikanlı ile o kadar samimi ki, bazan dizine yatıyor, bazan Fatma Hanım onun saçlarını sıvazlıyarak seviyor. Bu hali bir müddet pencere dibinde seyreden hocanın aklı başından gitti. Otuz sene öğrendiği ilmi, sabır hakkında o kadar ettiği va'z-u nasihati unutup, istanbul'dan aldığı av tüfeğini hazırlayarak her ikisini de vurup namusunu temizlemeye karar verdi. Tam nişan alıp tetiği çekeceği zaman, sabır için bir sene hizmet ettiği köylü aklına geldi.
«Yahu dedi, bu sabır için bir sene çile çektik. Bir sene sonra ancak, sabrın ilmin başı olduğunu öğrendik. Hele şimdi kalsın bu iş. Bunu nasıl olsa bir müddet sonra Öğrenmek mümkündür» diyerek köy odasına gitti.
Caminin bitişiğindeki odaya varıp selâm verdi. Cemaat gelenin hoca olduğunu kıyafetinden hemen anladılar. Hüseyin Ağa, orada bulunan cemaate köyün yaşlılarından bazı isimler sordu. Onların kimisi ölmüş, kimi ise halen hayatta olmasına rağmen yaşlanmışlardı. En sonunda: «Bu köyde Deli Hüseyin derler birisi varmış, İstanbul'a ilim tahsiline gitmiş, böyle birisini tanıyor musunuz?» diye sorduğunda, böyle birisinin olduğunu, fakat görseler bile tanıyamayacaklarını söylediler.
— O isimde birisi varmış, onun bir de zavallı karısı var. Karısını daha bir günlük gelinken bırakıp gitmiş. O gece hamile kalmış kadın. Bir oğlu oldu. Adını da Ali koydu, işte o Deli Hüseyin'in oğlu, bizim caminin imamıdır. Annesi onu yakın bir köyde okuttu, diye anlattılar.
Hüseyin Hoca'nın aklı başına geldi: «Demek ki, Fatma'nın yanında yatan benim oğlummuş» diyerek kendisine bir sene hizmet ittiği adamın köyüne doğru eliyle göstererek: «Sağol-sağol...» diye bağırdı.
Cemaat misafiri deli zannettiler. Fakat Hüseyin ağa, oğlunun gelmesini bekleyerek başından geçenleri anlattı ve kendisinin işte o Deli Hüseyin denen adam olduğunu ve istanbul'a gidip hafız-ı Kur'ân olduğu gibi dersiam olarak medreseyi bitirdiğini anlattı.
Oğlu gelip tanıştıkları zaman, köylünün sözünün kıymetini bir kat daha anlıyordu Hüseyin Hoca... 

24 Şubat 2015 Salı

NAMAZIN FAZİLETİ

Talha bin Ubeydullah'dan anlatılıyor:
Necid ahalisinden saçları dağınık, sesinin gürültüsü işitilip ne dediği yanımıza gelinceye kadar anlaşılmayan bir şahıs Resûlüllah aleyhisselâma geldi; baktık ki:
İslâm nedir? diye soruyor adam.
Bunun üzerine Resûlüllah aleyhisselâm:
Bir gün bir gecede beş vakit namazdır, buyurdu.
Adam:
Beşten fazla bir şey yok mu? dedi.
Peygamber aleyhisselâm:
Hayır, nafile kılmak arzu edersen başka, fakat farz olarak sadece beştir, buyurdu. Ve kendisine Ramazan ayı orucunu anlattı:
Adam:
Bundan başka oruç var mı? dedi.
Resulüllah aleyhisselâm:
Nafile olarak tutmak istersen başka, fakat farz olarak yoktur, buyurdu. Ve kendisine zekâtı, anlattı,
Adam:
Söylediğin miktardan fazlası var mı? diye sordu.
Peygamber aleyhisselâm:
Nafile olarak vermek arzu edersen başka, fakat farz olarak, anlattığım kadardır, dedi.
Bundan sonra adam:
Allah'a yemin ederim ki, bundan ne fazla ne de noksan yaparım, diyerek dönüp gitti.
Allah'ın Resulü de:
Doğru söylüyorsa, felaha erişti, buyurdu.

(Buharı, Müslim, Ebû Davud, Neseî)

23 Şubat 2015 Pazartesi

KİMSE GÖRMEDEN TAVUĞU KİM KESECEK?

aziz mahmud hüdayi ile ilgili görsel sonucu

Üsküdarlı Aziz Mahmud Hüdaî Hazretleri, üstadı Üftade (k.s.) Hazretlerinin hizmetinde daha ilk yıllarında talebe iken birçok talebe arkadaşlarının arasında, üstadının yanında ayrı bir yeri vardı. Üftade Hazretleri, müridleri arasında en çok onunla ilgilenir, birçok iltifatlar eder ve onun yetişmesine ayrı bir ihtimam gösterirdi. Üstadın o talebesi ile, fazla meşgul olmasını etraftan hissedenler ve birçok talebesi çekemezler ve Üftade Hazretlerine derler ki:
— Biz de talebeyiz, onun bizden ne farkı var?.
Talebelerin ve bazı müridlerin bu halini sezen Hazreti Üftade, onları imtihan etmek istedi. Hepsini huzuruna çağırdı, ellerine birer bıçak ve birer de tavuk verip:
— Bunu, gidip kimsenin görmediği bir yerde kesip geleceksiniz. Tek şartım, keserken kimsenin sizi görmemesi ve yalnız olmanızdır. Kim daha çabuk gelirse, benim en çok takdirimi o talebem kazanmış olur, buyurdular.
Bıçakla tavuğu alan talebeler sür'atle etrafa yayıldılar ve kendilerine göre, gizli birer yer bularak kesip getirdiler. Fakat o hakkında dedi-kodu yaptıkları, «Onun bizden ne farkı var» dedikleri talebe, hayli zaman olmasına rağmen ortalıklarda yoktu.
Erken gelenler, kendi aralarında konuşuyorlardı:
— Hocanın huzuruna çıkmaya yüzü yok ki, kesip de gelsin. Kim-bilir şimdi nerelerde dolaşıyor, diyorlardı.
O talebe, hayli zaman sonra elinde canlı tavuk olduğu halde kesmeden çıkıp geldi. Tavuğu kesip gelenler ona gülmeye başladılar:
— Bir tavuğu kesmeyi becerememiş, diyorlardı, kendi kendilerine.
Üftade sordu:
— Herkes kesip geldiği halde, sen nerede kaldın? Hep seni bekliyoruz. Bu zamana kadar nerdesin? diye...
O zaman daha talebelik yıllarını yaşamakta olan, daha sonra büyük bir mürşid olacak olan Aziz Mahmud Hüdaî Hazretleri, şöyle cevap verdi:
— Hocam, sizi beklettiğim için ayrıca özür dilerim. Lâkin ben, nereye gitti isem beni kimsenin göremeyeceği bir yer bulamadım. En kapalı bir yer dahi bulsam, iyi biliyordum ki Allah (C.C.) beni mutlaka görüyordu. Ve böylece, ordan oraya ordan oraya koştum, sizin emrinizi yerine getiremeden geldim, dedi.
Tabii bu hâdiseden sonra, anladılar diğer talebeler, hocasının neden en çok onu sevdiğini ve onunla daha fazla niçin alâkadar olduğunu .. 
Başlarını önlerine eğip hata ettiklerini anladılar. Çünkü Allah'a gizli olan hiçbir mekân ve zaman yoktu.

Büyüh Dini Hikayeler

DİĞER YAYINLARIM..