15 Kasım 2015 Pazar

İNSAN VE HAYAT dergisi 69.sayısı VİTRİNLERDE...

Yeni icatlar insan hayatını nasıl etkileyecek?

İNSAN VE HAYAT dergisi 69.sayısı vitrinlerde yerlerini aldı.
bu harika dergiyi
 internet üzerinden de okuma şansınız var 
hemde 2 lira gibi çok makul fiyata  sahip olabilirsiniz= abone olmak için buyrun.

veya ben dergimi alır sayfalarını çevire çevire kokusunu duyarak okurum :) derseniz 
buradan abone olabilirsiniz..

DUA ve KÜÇÜK BİR ÇOCUK..

Deniz kenarına oturmuş, gözlerinide ilerdeki bir noktaya dikmişti. Belki de bir saattir öylece duruyordu. Onun bu hâli, alışveriş için balıkçı sandallarının kıyıya dönmesini bekleyen bir ihtiyarın dikkatini çekti. Yaşlı adam, seke seke onun yanına gidip: 
- Merhaba delikanlı!. dedi. Bu gün deniz çok harika değil mi? 
Küçük çocuk, başını çevirmeden; 
- Ama rüzgârlı, dedi. Topum denize düşünce sürükleyip götürdü.
Adam, çocuğun yanına oturup: 
- Eğer biraz genç olsaydım, yüzüp onu alırdım!. dedi. Ama şimdi adım bile atamıyorum. 
Küçük çocuk, ona cevap vermedi. Ve kıyıdan uzaklaşan topunu daha iyi görebilmek için, hemen yanındaki tümseğe çıktı. 
Yaşlı adam, sakin bir ses tonuyla: 
- Ümidini hiçbir zaman kaybetme!. dedi. Bence dua etsen çok iyi olur. 
Çocuk, büyük bir sevinçle: 
- Dua etsem topum geri gelir mi? diye sordu. Denize düştüğü yeri bilir mi? 
- Allah isterse eğer, ona öğretir!. dedi ihtiyar. Topun geri gelmese de, duaların sevabı sana yeter. 
Küçük çocuk, yaşlı adamın sözlerini biraz düşündükten sonra, her okuduğunda dedesinden bahşiş kopardığı duaları ard arda sıraladı. Daha sonra da, topun dönmesi için Allah'tan yardım istedi. Ama üzüntüsü azalmamıştı. O topa bir sürü para harcamış, bayram parasını bile ona katmıştı. Şimdi artık tek şansı, bazen olduğu gibi, rüzgârın âniden yön değiştirmesiydi. Ama deniz çok büyüktü, topu ise küçücük. Akşam üstü hava biraz daha sertleşti. Ve güneş batmak üzereyken sandallar döndü. Çocuk, eve gitmek istemiyordu. Bu yüzden de ihtiyarla birlikte oyalandı. 
Yaşlı adam, hep aynı balıkçıdan alışveriş yapardı. Sonunda onu bulup: 
- Avınız inşallah iyi geçmiştir!. dedi Eğer varsa, birkaç kilo alabilirim. 
Sandaldaki adam, bir kova içindeki balıkları gösterip: 
- Zaten ancak o kadarcık tutmuştum, dedi. Denizde "av" diye bir şey kalmadı.
- Dua etmeyi denediniz mi? diye atıldı çocuk. Ümidinizi sakın kaybetmeyin!. 
Balıkçı için her şey tesadüftü. Bunun için de "rasgele" derlerdi. Ama şimdi bir şey hatırlamıştı. Yıllar yılı unuttuğu bir şeyi. Çocuğun yanaklarını okşarken:
- Dua ha!. diye mırıldandı. O zaman tutar mıyım?
- Tutamasanız bile, duaların sevabı size yeter, dedi çocuk. Bunu yeni öğrendim. 
Balıkçı, böyle bir sözü ilk defa duyuyordu. Başını ağır ağır sallayarak: 
- Ben de yeni öğrendim!. diye gülümsedi. Üstelik de küçük bir öğretmenden. 
Çocuk, bu sözlerden çok hoşlanmıştı. Artık topun gitmesine üzülmüyordu. Yanındaki yaşlı adam ona bir göz kırparken, balıkçı tekrar sandala yöneldi ve ağların üzerindeki eski örtüyü açtı. Bir top vardı orada. Henüz ıslak olduğundan, ışıl ışıl parıldayan bir futbol topu. Balıkçı, onu çocuğa uzatıp: 
- Öğretmenlerin hakkı hiç ödenmez!. dedi. Bunu biraz önce denizde buldum!. Küçük çocuk, rüyada olmalıydı. Hiç beklenmedik şeylerin yaşandığı bir rüya. Aceleyle sağa sola bakındı. Ama her şey gerçekti. Balıkçı da, sandal da, ihtiyar da... Topu ise, işte ellerindeydi. Ona sıkıca sarılıp: 
- Bir daha benden izinsiz gezmek yok!. dedi. Ya dua etmeseydim ne olurdun o zaman?

dini hikayeler..

14 Kasım 2015 Cumartesi

BAĞDAT'TA DUL BİR KADIN..


Altı öksüz çocuğu ve bir de ihtiyar ana. Kadın geçimi sağlamak üzere, hafta boyu el emeği verir, göz nuru döker iplik eğirir, pazara çıkar ve anası ile çocuklarının rızkını temin etmeye çalışırdı.
Vakti tamam olunca bu dul kadın vefat eder, çocukların bakımı ise ihtiyar kadına kalır. Kadın pazara her hafata çıkamıyor, ip eğiriyordu. Bir zaman baktıki altıyüz dirhem kadar ip eğirmişti, pazara götürmeye karar verdi.
- Ya Rabbi! Bu öksüzlerin, yetimlerin rızkını ver, diyerek sabah erkenden pazarın yolunu tuttu. Yolda giderken Şeyh Abdülkadir Geylani Hazretlerinin evinin önünden geçiyordu. Onu görünce durakladı. Şeyh mürüdleriyle sabah namazından çıkmıştı, yaşlı kadını görünce duraklayarak:
- Hoş geldin bacı, nereye gidiyorsun?
- Bir miktar ipliğim var, pazara götürüp satacağım.
- Ver bakalım. Benden altıyüz dirhem ip isteniyor, bunu ver de ben satayım.
- Memnuniyetle, lütuf buyurmuş olursunuz, efendim dedi ve ipi verdi.
Abdülkadir Geylani Hazretleri eline aldığı ipi şaka yollu mescidin damına atınca hemen nereden geldiği belli olmayan büyük bir kuş gelip, ipi kapıp gider. Kadın bu nebiçim şaka diye kendi kendine söylenmeye başlayınca, müritler kadına itiraz etmemsi için işaret ettiler, kadında daha fazla bir şey demedi.
Abdülkadir Geylani Hazretleri kadına dönerek.
- Hatun canını sıkma, ipliği satmaya gönderdim, parası gelsin ne kadar etti se alırsın.
- Pekala, diyerek gider, ertesi gün gelir.
- İpilik satıldı mı?
Abdülkadir Geylani Hazretleri:
- İplik satıldı, fakat parası henüz gelmedi. Bir hafta kadar bir zaman içinde gelir.
Kadın bir hafta sonra gelir, para henüz gelmemiştir, kadına:
- Yarın gel, paranı al.
Kadın, pazara niye gitmedim, şimdi param elimde olurdu hayıflana hayıflana evine gitmek üzere iken, Müridler:
- Bir gün daha sabret bakalım mevla ne gösterecek, derken bu işin sade bir şaka olmadığının farkında idiler.
Ertesi gün oldu. Abdülkadir Geylani Hazretlerinin huzuruna o ana kadar görülmeyen bir heyet geldi. Bin altın takdim ettiler. Müritler heyete bu kadar paranın ne olduğunu, niçin Şeyhe takdim ettiklerini sordular. Gelenler tüccar olduklarını belirterek:
- Altınlar Hazreti Şeyhindir. Denizde yolculuk yaparken fırtına sebebiyle geminin yelkeni delindi, yol alamaz olduk, denizin ortasında kalacaktık. Kaptana bir çaresi yok mu diye sorduğumuzda:
- Altıyüz dirhem ip olsa geminin yelkenini onarır, yolumuza devam ederdik ama, şu anda nerede bulacağız, dedi.
Biz ellerimizi kaldırarak Allaha dua ettik ve duamızda:
- Ya Sultanul Arifin bize altıyüz dirhem kadar ip gönder, sana bin altın vereceğiz diye yalvardık. Bir de baktık ki, bir kuş gelip altıyüz dirhem ipliği geminin güvertesine bırakıp uçtu gitti. Şimdi o adağımızı yerine getirdik, dediler.
Tüccarlar ayrıldıktan bir müddet sonra, ihtiyar kadın gelip sordu.
- Para geldi mi efendim?
Şeyh bin altını kadına verirken:
- Benim satışım seninki kadat kârlı olmuş mu?
Kadın bir anda zengin olmuştu. Abdülkadir Geylani Hazretleri'ne teşekkür ederek huzurdan ayrıldı.

13 Kasım 2015 Cuma

OKUMAYA DEĞER :)



Rus askerleri dağda bir mağarayı kuşatmış…

Mağaradan bir ses gelmiş:

“-Bir Çeçen 10 Rus’un hakkından gelir!”

Rus komutan, mağaranın içine 10 asker

yollamış…

Çatışma sesleri duyulmuş ve ardından bu kez

yeni bir ses duyulmuş:

“-Bir Çeçen 30 Rus’un hakkından gelir!”

Komutan sinirlenmiş ve 30 asker daha göndermiş…

Yine silahlı çatışma sesleri duyulmuş…

Bu defa mağaradan:

“-Bir Çecen 50 Rus’un hakkından gelir!” narası duyulmuş…

Komutan küplere binmiş ve mağaraya 50
asker daha yollamış…

Silah seslerinin ardından sürünerek gelen kan

revan içinde bir Rus askeri görünmüş.

Asker, komutana seslenmiş:
“-Sakın gitmeyin! Bu bir pusu! 

Tuzağa düşürüldük! 
Mağarada bir değil tam iki Çeçen var :D

CAMİYE GİDEN KİŞİYE YARDIM EDEN ŞEYTAN!

Adamın biri camiye gitmek üzere evinden çıkar, 
fakat karanlıktır ve giderken yolda ayağı takılır düşer, kalkıp üstünü silkeleyip evine geri döner, elbisesini değiştirip temiz kıyafetlerle tekrar yola çıkar, fakat yine düşer. 
Yeniden eve gidip üstünü değiştirir ve yola çıkar. Yolda elinde lamba ile birini görür. Yolunu aydınlatan bu adamla beraber mescide doğru ilerlerler. Adam lambayı tutan kişiden namazı kendisinin kıldırmasını ister lambayı tutan adam ise kabul etmez.
Düşen adam ısrarla teklif eder tekrar red cevabını alınca merak edip sorar neden kıldırmıyorsun?
Lamba tutan adam kendisinin şeytan olduğunu söyler..
Adam şok olur ve neden kendine ışık tutup yolunu aydınlattığını sorar;
Şeytan der ki:
Seni düşüren bendim mescide gitmemen için ve sen ilk düştüğünde eve gidip elbiseni değisip tekrar mescide doğru çıkınca Allah senin tüm günahlarını affetti. 
Ben seni ikinci defa düşürdüm sen tekrar üşenmedin eve gidip elbiseni değiştin tekrar yola çıktın, bu defa Allah senin ehli beytinin günahlarını bağışladı. 
Ben korktum ki üçüncü düşmende Allah bu kez tüm ülkenin günahlarını bağışlayacak ve benim onca uğraşım boşa gidecek. O sebeple senin güvenli bir şekilde mescide ulaşman için lambayla senin yolunu aydınlattım.
Senin takvan aileni ve milletini felaketlerden korunmasına vesile olur.
Bütün hamd ve övgüler ancak Allah'adır..
Kuran-ı taşıdığında şeytanda baş ağrısı olur
onu açtığında şeytan yıkılır
onu okuduğunda şeytan solar ve bayılır
onunla amel ettiğinde şeytan yanından kaçar.

11 Kasım 2015 Çarşamba

FATİHA SURESİNİN HİKMETİ

Resûlullah Efendimiz (s.a.v) buyurdular:
"Cebrâil (a.s) bana dedi ki: Allâhü Teâlâ sana selâm söylüyor ve buyuruyor ki:
Kul benim huzurumda namaza durup "Allâhu Ekber" dediğinde onunla aramızda bulunan perdeyi kaldırırım.
Kul "elhamdü" dediğinde Allâhü Teâlâ, "Hamd kime mahsustur?" diye sorar, o da "lillâhi" diye cevap verir.
Allâhü Teâlâ, "Allah kimdir?" diye sorunca "Rabbilâlemîn" der. "Alemlerin Rabb'i kimdir?" buyurunca "Errahmânirrahîm" der.
"Rahman ve Rahim kimdir?" diye sorunca "Mâlikiyevmiddîn" der. Bunun üzerine Allâhü Teâlâ,
"Ey kulum, din gününün sahibi benim" der. Kul, "İyyâke na'budu ve iyyâke nesteîn; Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım isteriz" deyince Allâhü Teâlâ, "Ey kulum, mademki yalnız bana kulluk edip yalnız benden yardım istiyorsun, o halde istediğini dile ki sana verilsin" buyurur.
Kul "İhdinâ; bize hidayet et" deyince Allâhü Teâlâ,
"Hangi hidayeti istiyorsun?" buyurur. Kul "Essırâta'l-müstakîm; "Sırât-ı müstekîmi, doğru yolu" deyince Allâhü Teâlâ,
"Hangi yolu istiyorsun?" diye sorar. Kul "Sırâtallezîne en'amte aleyhim" "Kendilerine in'âm ettiğin bahtiyarların yoluna" deyince
Allahü Teâlâ:
"Ey meleklerim, siz de şahit olun ki ben bu kulumu, kendilerine nimet verdiğim peygamberler, sıddîklar, şehitler ve salihlerle beraber kıldım" buyurur. Kul,
"Ğayri'l-mağdûbi aleyhim veleddâllîn; Ne o gadap olunanların, ne de sapkınların" deyince Allâhü Teâlâ tekrar meleklere, "Şahit olun ki ben bu kulumu nimet verdiğim kimselerden kıldım, gazaba uğramışlardan ve sapkınlardan eylemedim" buyurur.
Kul "Amin" deyince onunla beraber bütün melekler de "Amin" derler..
Müslim, Müsâfirin 254; Nesâî, İftihah 25.

PEYGAMBER EFENDİMİZİ AĞLATAN BİR OLAY!

Birgün bir sahabe, Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in (sav) huzuruna gelerek cahiliye devrine ait bir vahşiliği şöyle dile getirir:
- Ya Resulallah! Biz cahiliye devrinde kız çocuklarımızı diri diri toprağa gömerdik. Benim de bir kız çocuğum vardı. Annesine, “Bunu giydir, dayısına götüreceğim” dedim. (Kadın bunun ne demek olduğunu iyi bilirdi. Ciğerparesi, biricik evladı biraz sonra bir kuyuya atılacak ve orada çırpına çırpına can verecekti. Ne var ki, kadının böyle bir canavarlığın önüne geçme imkânı yoktu. Yapabileceği tek şey, için için ağlayıp kanlı gözyaşı dökmekti). Hanımım dediğimi yaptı. Çocuk gerçekten dayısına gideceğini zannediyor ve cıvıl cıvıl koşuşuyordu.
Çocuğun elinden tutup daha önce kazdığım bir kuyunun yanına getirdim. Ona kuyuya bakmasını söyledim. O tam kuyuya bakayım derken, sırtına bir tekme vurdum ve onu kuyuya yuvarladım. Fakat her nasılsa, eliyle kuyunun ağzına tutundu. Bir taraftan çırpınıyor, diğer taraftan da “Babacığım üzerin toz oldu” deyip elbisemi silmeye çalışıyordu. Buna rağmen bir tekme daha vurdum ve onu diri diri toprağa gömdüm.
Adam bunu anlatırken Sevgili Peygamberimiz ve yanındakiler hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Orada oturanlardan birisi “Be adam, Resulullah’ı, çok üzdün!” deyince, Efendimiz, adama “Bir daha anlat” dedi. Adam olayı bir kere daha anlattı. İki Cihan Güneşi Peygamberimizin gözlerinden süzülen yaşlar mübarek sakalından aşağıya damla damla akıyordu.
Allah Resulü hadiseyi tekrar ettirmekle sanki şunu anlatmak istiyordu: “İşte siz İslam’dan önce böyleydiniz. İslam öncesi kömür ve demir gibiydiniz. Şimdi ise altın ve elmas gibisiniz. Tekrar tekrar anlattırdım ki, İslam’ın size kazandırdığı insanlığı, güzel özellikleri bir kere daha hatırlayın!”
dini hikayeler..

10 Kasım 2015 Salı

TESETTÜRLÜ BİR KIZA AŞIK OLMAK!

Zamanında bir kız sevmiştim. Adı Gülçiçek. Çok güzel biriydi. Dinine düşkündü,dinde sürünüyordu adeta. Başörtülü bir kızdı. Karşı apatmanda oturuyordu ve balkonları,bizim camın en köşesinden biraz da olsa görünüyordu. Her akşam,gölge gelince balkonda kitap okurdu. Saatlerce. Bazen Ku'an okuduğuna da şahittim. Değişiyordu elindeki kitaplar. Sesi de çok güzeldi. Çok'u ve güzel'i sadece Gülçiçek için yan yana kullanabilirdim.
Bir gün,cesaretimi toplayıp karşısına çıktım. Bakkaldan eve dönüyordu. Elinde poşetler. Centilmenlik yapıp alayım dedim ,yardımcı olayım,izin vermedi.
"Sizinle konuşmak istiyorum" dedim.
"Sadece on dakika,biraz,lütfen..."
Başı öne eğikti. Yüzüme bakmıyordu. Gözlerinin gözlerime dokunduğunu hiç görmedim. Hiç hissetmedim nasıl bir titreme hali olduğunu.
"Ne amaçla?" dedi.
"Size aşığım" dedim,çıkıverdi ağzımdan. Belki biraz daha ağırdan almalıydım. Hoşlandım desem belki de olacaktı bu iş. Aşığım deyince korktu tabi.
"Sizinle konuşmam caiz değil" dedi. "Lütfen,çekilin önümden..."
"Caiz mi? O ne demek?"
"Ve,ek olarak,bu soruyu sorduğunuz için bile aşkınıza karşılık vermem..."
"?"
Gitti...Yine uzaklardan seyretmeye tahammül edecektim.
Gitti.
Sesini özleyeceketim...
Gitti.
Ne de güzeldi gidişi...
Acaba ne kastetmişti? Caiz ne demek harbi? Başörtülü bir kıza tutulduysan,Kur'an'ı hatim etmelisin oğlum! Farklı bir dilden konuşuyoruz...
Ertesi gün,sokaktan taşınacağını öğrendim. Ailesiyle birlikte Yalova'ya yerleşiyorlarmış. Emekli olmuş babası. Daha sakin bir şehirde,daha sakin bir hayat düşlüyormuş. Üzüntüden öldüm sandım. Bıçağı alıp tenime değdirince hala nefes aldığımı anlamam uzun sürmedi. Annem görünce intihar ediyorum sanıp ağladı ama ben ona sarılıp teselliye başladım hemen. Yanlış anlaşılmaya mahal yok.
Gitti.
Göremeyeceğim bir daha onu...
Gitti.
Onunla evlenemeyeceğim...
Gitti.
Ya unutursam?
Merakım içimi deşti. İnternetin başına geçtim ve caiz ne demek onu araştırdım.
"Caiz, genel olarak ruhsat verilmiştir, günah değildir manasındadır. Fakat, caiz denilen şeyi yapmamak daha iyidir."
Bizim onunla konuşmamız günah mı yani?
Günler geçti,
araştırmalarım sonunda kalbimi ALLAH sevgisi kapladı. Bir ayetin ortasına düştüm ve kendimi oradan kurtarmak istemedim.
"Kalpler ALLAH' ı (c.c.) Anmakla Mutmain Olur //
Ra`d Sûresi 28. "
Sureler ezberledim.
Abdest almayı öğrendim.
Namaz kıldım.
Kur'an okudum.
Gülümsedim.
Sadaka dağıttım.
Her şey çok hızlı ilerliyordu. Anladım ki, ALLAH'ın yolunda bekleme yoktu... Aylar sonra,bir camiden çıkarken, Gülçiçek'e rastladım. Ayaklarım titredi. Durdum.
"ALLAH" dedim...
İçimden onlarca kez "ALLAH" dedim... Kaç saniyede bir ALLAH denilebiliyordu? Ona bakmamalıydım. Göz zinası, İslam'da haramdı. Ayaklarımla temas kurdum ve yürüyüp evimin yolunu tuttum...
Akşam annem geldi ve beni görücü usulü bir kızla tanıştırmak istediğini söyledi. Onunla evlenirsem,çok iyi bir yuvam olurmuş. Ahlaklı,güzel ve şefkatli bir eş...
Gülçiçek'i unutmanın sağlıklı bir yöntemiydi belki de. Tamam dedim,olsun. Kabul...
Odadan içeri girdim, mavi bir elbise içinde,başörtülü bir kız arkası dönük duruyordu.
"Selamun Aleykum..." dedim.
"Aleykum Selam" dedi
ve
yüzünü bana çevirdi...

"Artık caiz" dedi:)

8 Kasım 2015 Pazar

AİLE TERBİYEMİZ..

Yaşlı kadın, usulca odasından çıktı. Salondan torunu ile gelinin sesleri geliyordu:
"-Oğlum, sofra hazır, çorbanı koydum; haydi gel de soğutmadan ye!.."
Salonun en kuytu yerine geçti, yerde kendine ait köyden getirdiği minderin üzerine oturdu. Çocuk, babaannesini görünce:
"-Babaanneciğim, gel beraber yiyelim!.." dedi. 
Yaşlı kadın mânidâr bir şekilde iç çektikten sonra:

"-Evin erkeği gelmeden akşam sofrasına oturulmaz. Hele babanız gelsin, beraberce yeriz inşaâllah!" dedi.
Evin gelini:
"-Aman anneciğim, eskidenmiş onlar!.. Şimdi acıkan yemek sofrasına oturur, o da gelince yer." dedi. Yaşlı kadın:
"-Kızım, nasıl insanların bir edebi, hayâsı, iffeti varsa, evlerin de iffeti ve edebi vardır."
Torunu dayanamayarak alaycı bir tavırla söze karıştı: 
"-Yaa babaanne, neymiş bu evlerin iffeti... Anlat bakalım, merak ettim!.." dedi.

Yaşlı kadın söze başladı:
"-Biz küçükken annelerimizden önce babalarımızın karşısında edepli oturmayı öğrenirdik. Evde babamız, annemiz varken ayağımız uzatıp oturmaz, büyüklerimiz konuşurken söz hakkı verilmedikçe söze dâhil olmazdık. Büyüklerimiz odaya girdiğinde hemen toparlanır, kalkıp onlara oturmaları için yer verirdik. Aslâ babamız sofraya oturmadan sofraya el uzatmazdık.

Babamız gelir, «Besmele» çeker, «Haydi buyurun.» derdi. Huzurla hepimiz başlardık yemeğe... Sonunda da sofra duâsını kardeşlerimiz aramızda sıra ile okurduk. Hiç âilece yenen yemek kadar lezzetli yemek olur mu? Bu sofranın edebidir, yavrum!.."
Torunu: 
"-Bu kadar baskı karşısında depresyona girmez miydiniz babaanneciğim!" dedi.

"-Hayır, yavrum bizim zamanımızda saygı olduğu için sevgi hep bâkî kalırdı. Sevgi var oldukça da hiç depresyona giren olmazdı. Yemekler lezzetli, uykular dinlendiriciydi. Biliyor musun? Ben depresyon kelimesini ilk defa burada duydum, hattâ köyümüzde bir tane akıldan mahrum birisi vardı, «Deli İbram» derlerdi. Vallahi, o bile o kadar mutluydu ki, anlatamam. Akşama kadar sokakta çocuklarla oynar, acıkınca bir kapıyı tıklatır; «Aba acıktım, aba su ver!» derdi. Hangi kapıyı çalsa, boş çevrilmezdi. Berber saçları uzadıkça tıraş eder, hamamcı arada yıkardı. Cumaları esnaf elinden tutar, namaza bile götürürlerdi. Yani hiç kimse onu dışlamazdı.. 
Şimdi hiçbir şeye saygı kalmadı. Bak evlere bile saygı yok bu şehirde! Herkes akşam olduğu hâlde perdelerini örtmemiş, bütün evlerin içi görünüyor, ama kimse utanmıyor. Biz daha hava kararmaya başlamadan kalın perdelerimizi çeker, ondan sonra evin ışıklarını yakardık. Hattâ perde kapalıyken üzerimizi değiştirmeye edep eder; ışığı söndürür, yere çömelir öyle üzerimizi değiştirirdik. Gölgemizin bile dışarıdan görünebileceğini düşününce yüzümüz kızarırdı."

Bu sırada gelini, oturduğu yerden kalktı, mahcup bir edâ ile salonun perdelerini çekti.
"-«Evin edebi, önce perdesinin çekilip çekilmediğinden belli olur.» derdi büyüklerimiz...
Evler, kocaman duvarlarla çevrilmiş avluların içinde olduğu hâlde hiç kimse iç çamaşırlarını ulu orta asmazdı, ev ahâlisinden bile edep ederlerdi. Ben daha küçükken giydiğim şalvarı en ön ipe asmışım, hemen anam gelip; «Kız, baban bugün avluya çıktı, senin şalvarın asılı idi, utancımdan yerin dibine girdim. Bir daha öyle ortaya asma, çamaşırların en arkasındaki ipe as!.. Üstüne uzun bir tülbent ört, sonra mandalla... Altında ne olduğu görünmesin!.. İffetimiz, edebimiz bir giderse, ortada îmanımız kalmaz!..» dedi. Tabiî ben 12 yaşlarındaydım, annem bunları bana söylerken ben yerin dibine girdim. Şimdi öyle mi? Geçende bir nefes alayım diye balkona çıktım, karşı komşu, bütün çamaşırları asmış uluorta, ben utancımdan hemen içeri girdim.
Bugün yemekler dışarıda yeniyor, «göz hakkı» oluyor, kimse umursamıyor. Çarşı pazardan alınanlar şeffaf poşetlerde eve geliyor; alan var, alamayan var. Göz hakkı, kıskançlık oluyor bu yenenlerde... Hiç şifâ olur mu yavrum? Bizim Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, «Yemeğinizin kokusu ile komşunuza eza etmeyiniz.» buyuruyor. Bugün kokuyla, gösterişle çevredekilere hep ezâ veriliyor. Tabiî ki yenilenler içinize sıkıntı veriyor. Sonra da «depresyon» diye diye doktorlara gidiliyor.
Evin bir edebi daha vardır ki, en önemlisi de budur herhalde... Evin içinde yaşananlar, aslâ dışarıda anlatılmaz; yenenler, içilenler, muhabbetleşmeler, kavgalar... Bu da evin iffetinden sayılır ve hiç kimseye anlatılmazdı. Bu yüzden problemler ev içinde kolaylıkla çözülürdü. Zaten Peygamberimiz de özellikle karı-koca arasında olanların etrafa yayılmasının ne büyük bir günah olduğunu hep hadislerinde anlatıyor, değil mi Leylâcım!.." dedi gelinine... Leylâ mahcup bir şekilde:
"-Evet anneciğim." diyebildi.

Torunu:
"-Babaanneciğim, şimdi Facebook diye bir şey var; insanlar gittikleri lokantalarda yedileri şeylerin fotoğrafını çekip binlerce kişiye gösteriyorlar!.."
"-Aayy ne ayıp... İnsan hiç yediğini söyler mi?"
"-Âh anneciğim, her hâllerinin fotoğrafları var. Gezdikleri yerlerin, yedikleri yiyecek-içeceklerin, aldıkları eşyâ ve kıyâfetlerin, hattâ beylerinin aldığı çiçekleri üzerinde yazdıkları notlarla paylaşıyor insanlar..."
"-Yavruuum, sen neler diyorsun? Kıyamet koptu kopacak desene... Evler çırılçıplak kaldı desene..." dedi gözyaşları içinde anlatmaya devam etti:
"-Biz beylerimizle yan yana yürümeye ar edinirdik; dul kalanlar var, evlenemeyenler var. Onların gönül yaralarına tuz basmayalım diye, beylerimizin bir adım gerisinden yürürdük... Şimdi kavgalar ortada, sevmeler ortada... Tabiî ki, hiç mahremiyet kalmayınca samimiyet de kalmıyor. Evin bereketi, büyüklere saygıdadır. Evin iffeti, örtülen perdedir. Sevginin iffeti, gizliliktedir. Gözün iffeti, göz kapaklarındadır. Bedenin iffeti, tesettürdedir. Utanma, hayâ, îmandan bir şûbedir. Bakın size, benim annemin anlattığı bir hikâyeyi anlatayım. Hikâye dedimse, adı hikâye... Aslında bir hadîs, hadîs-i kudsî hem de... Yani mânâsını Allâh'ın Peygamber Efendimize haber verdiği, sözlerini ise Peygamberimizin kendi sözleriyle ifade ettiği bir hadis...
Bu hadîs-i kudsîye göre:
"Allah Teâlâ, Âdem aleyhisselâm'ı yarattığı vakit Cebrâil aleyhisselâm ona üç hediye getirdi: İlim, hayâ, akıl. Ona dedi ki: «Ya Âdem!.. Bunlardan dilediğini seç!..» 
Âdem aleyhisselâm aklı tercih etti. Cibrîl aleyhisselâm hayâ ve ilme, makamlarına dönmelerini emretti. Hayâ ve ilim dediler ki:

"-Biz, âlem-i ervâhta (ruhlar âleminde) hep beraber idik. Birbirimizden aslâ ayrılmayız. Ruhlar cesetlere girdikten sonra da aynı şekildedir. Ve akıl nerede olursa, biz ona tâbî oluruz.
Cibrîl aleyhisselâm da öyle ise yerlerinize yerleşin!.." diye emretmekle akıl dimağda, ilim kalpte, hayâ da gözde yerleşti."
İşte bu hadîs-i kudsîde de anlatıldığı gibi, hayânın makamı gözdür. Bu yüzden hem gözümüzü korumak önemlidir, hem de göze hitâp eden şeyleri kontrol altında tutmak..."

Gelini: 
"-Haklısın anneciğim, biz iffetimizi kaybettikçe buhranlarımız arttı." dedi.

Torunu kaşığı sessizce bırakıp: 
"-Ben babam gelince yemeğe başlayacağım, anneciğim!" dedi.
Babaanne de söylediklerinin evlatları üzerindeki tesirini görünce sessiz bir şekilde Allâh'a hamd etti.

6 Kasım 2015 Cuma

KUMAŞÇI VE NAMAZ..

Elde ettiği kazancının bir kısmını muhtaçlara ve özellikle de fakir talebelere dağıtmaktadır. Kendisi böyle hayırsever olduğu gibi etrafındaki esnaf arkadaşlarını da bu hayır yola girmeleri için teşvik etmektedir. Her yönüyle o, herkesin sevip saydığı örnek bir esnaftır.
Cafer Bey, bir gün dükkânında otururken yanına geçen gün bir top kumaş sattığı Mustafa Bey gelir. Mustafa Bey'in simasında biraz kızgınlıkla karışık bir şaşkınlık vardır. Selam verip içeri girer. Hal ve hatırdan sonra Cafer Bey'e,
- Geçenlerde sizden aldığım kumaş topu içinde özürler vardı. Bana kusurlu mal satmışsınız, der.
Cafer Bey, bu duruma çok şaşırır. Çünkü onun en çok dikkat ettiği husus müşterisini aldatmamaktır. Hemen yanına müşteri temsilcilerini çağırır ve müşteri temsilcilerinin birisinin yanlışlıkla özürlü kumaş topunu Mustafa Bey'e verdiği ortaya çıkar. Cafer Bey, özür dileyerek Mustafa Bey'e kumaş topunu yenisiyle değiştireceğini söyler.

Niçin ağlıyordu?
Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra birden Cafer Bey'in gözleri dolu dolu olur ve ağlamaya başlar. Mustafa Bey, bu ağlamalara kendisinin sebep olduğunu düşünerek,
- Aman efendim, bu kadar üzülmeye değmez. Böyle hatalar olur. Sizin ne kadar güvenilir bir esnaf olduğunuz böyle ufak bir şeyle sarsılmaz. Kendinizi bu kadar harap etmeyin, der.
Ancak Cafer Bey'in ağzından orada bulunan herkesi şaşırtan şu sözler dökülür:

- Ben ona ağlamıyorum. Aklım ereli beri namaz kılıyorum. Ya bu arızalı, kusurlu kumaş parçaları gibi, onlar da eksik ve kusurlu gerekçesiyle öte âlemde yüzüme çarpılırsa ne olur benim halim! Ben ona ağlıyorum.
dini hikayeler..

5 Kasım 2015 Perşembe

Gerçek öğretmen kimdir?.......Muhakkak okumanızı tavsiye ederim!

Okulun ilk gününde, 5. sınıf öğretmeni Mediha hanım sınıfta öğrencilerine baktı, birçok öğretmen gibi çocuklara bir yalan söyledi ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi.
Ancak bu imkânsızdı, çünkü ön sırada oturduğu yerde bir yana kaykılmış, adı Mustafa Yılmaz olan bir erkek çocuk vardı.
Mediha öğretmen, bir yıl önce Mustafa yı izlemiş ve diğer çocuklarla iyi oynamadığını, elbiselerinin kirli olduğunu, sürekli olarak kirli dolaştığını gözlemlemiş, ilave olarak Mustafa tatsız olabiliyordu.
Öyle bir noktaya geldi ki, Mediha öğretmen onun kâğıtlarına kırmızı kalem ile kırmızı büyük işaretlemekten, kalın çarpılar (x) yapmaktan ve kâğıdın üstüne büyük harflerle zayıf yazmaktan zevk alır oldu.
Mediha öğretmenin okuldaki her çocuğun geçmiş kayıtlarını incelemesi gerekiyordu, Mustafa nın kayıtlarını en sona bıraktı. Ancak, onun durumunu gözden geçirdiğinde, bir sürprizle karşılaştı.
Mustafa nın birinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
"Mustafa gülmeye hazır parlak bir çocuk. Ödevlerini derli toplu ve temiz yapar, çok terbiyeli. Onun etrafta olması çok eğlenceli"
İkinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
"Mustafa mükemmel bir öğrenci, sınıf arkadaşları tarafından çok seviliyor, ama annesi ölümcül bir hastalığa yakalandığı için sıkıntı içinde ve evdeki yaşamı mücadele içinde geçiyor."
Üçüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
"Mustafa nın annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Mustafa elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor, ama babası ona ilgi göstermiyor ve eğer bazı adımlar atılmazsa evdeki yaşamı yakında onu etkileyecek."
Dördüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
"Mustafa içine kapanık ve okulda derslere çok fazla ilgi göstermiyor. Çok fazla arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor."
Bunları okuyuyan Mediha öğretmen problemi kavradı ve kendinden utandı.Öğrencileri ona güzel kurdelelerle ve parlak kâğıtlara sarılmış hediyeleri getirdiğinde bile kendini çok kötü hissediyordu. Mustafa nın hediyesini alıncaya kadar bu böyle devam etti. Mustafa nın hediyesi; Bir marketten aldığı kalın, kahverengi ambalaj kâğıdı ile beceriksizce sarılmıştı.
Mediha öğretmen onu diğer hediyelerin ortasında açmaktan acı duydu. Paketten, taşlarından bazıları düşmüş yapma elmas taşlı bir bilezik ve çeyreği dolu olan bir parfüm şişesini çıkarınca çocuklardan bazıları gülmeye başladı.
Ama o, bileziğin ne kadar güzel olduğunu haykırdığında çocukların gülmesi kesildi. Bileziği taktı ve parfümü bileklerine sürdü. Mustafa, o gün okuldan sonra öğretmenine şunu söylemek için bekledi.
"Öğretmenim bugün aynı annem gibi kokuyordunuz. '
Çocuklar gittikten sonra, Mediha öğretmen en az bir saat ağladı.
O günden sonra, okuma, yazma ve aritmetik öğretmeyi bıraktı. Bunun yerine, çocukları eğitmeye başladı. Mustafa ya özel ilgi gösterdi. Onunla çalışırken, zihni canlanmaya başlıyor görünüyordu. Onu daha fazla teşvik ettikçe, daha hızlı karşılık veriyordu. Yılın sonuna doğru, Mustafa sınıfın en zeki çocuklardan biri oldu ve tüm çocukları aynı derecede sevdiğini söylemesine rağmen, Mustafa onun gözdelerinden biri oldu.
Bir sene sonra, Mediha öğretmen kapısının altında, bir not buldu, Mustafa, ona hala tüm yaşamında sahip olduğu en iyi öğretmen olduğunu söylüyordu.
Altı yıl sonra Mustafa dan bir not daha aldı. Liseyi bitirdiğini, sınıfında üçüncü olduğunu ve onun hala hayatındaki en iyi öğretmen olduğunu yazmıştı.
Bundan dört yıl sonra, bazı zamanlar zor geçmesine rağmen okulda kaldığını, sebatla çalışmaya devam ettiğini ve yakında kolejden en yüksek derece ile mezun olacağını yazan başka bir mektup aldı. Yine Mediha öğretmenin tüm yaşamında ki en iyi ve en favori öğretmeni olduğunu yazmıştı.
Sonra dört yıl daha geçti ve başka bir mektup geldi. Bu kez fakülte diplomasını aldığını, biraz daha ilerlemeye karar verdiğini açıklıyordu. Mektupta, onun hala karşılaştığı en iyi ve unutulmaz öğretmen olduğunu açıklıyordu. Ama şimdi ismi biraz daha uzundu. Mektup söyle imzalanmıştı,
Prof. Dr. Mustafa Yılmaz ( Tıp Doktoru)
Öykü burada bitmiyor. Görüyorsunuz, ortaya çıkan başka bir mektup var. Mustafa bir kızla tanıştığını ve onunla evleneceğini söylüyordu. Babasının birkaç hafta önce vefat ettiğini açıklıyor ve evlenme töreninde Mediha öğretmenin damadın annesine ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu.
Şüphesiz Mediha öğretmen bunu sevinçle kabul etti.
Tahmin edin ne oldu?
Taşları düşmüş olan o bileziği takti. Dahası, Mustafa'nın annesinin kullandığı parfümden sürdü.
Birbirlerini kucakladılar ve Prof. Dr. Mustafa, Mediha'nın kulağına şöyle fısıldadı,
"Bana inandığınız için çok teşekkür ederim, öğretmenim." "Bana önemli olduğumu hissettirdiğiniz ve bir fark meydana getirebileceğimi gösterdiğiniz için"
Mediha öğretmen, gözlerinde yaşlarla, "Mustafa, yanlış şeylere sahiptim.... Bir fark meydana getirebileceğimi bana öğreten sensin. Seninle tanışıncaya dek, nasıl öğreteceğimi bilmiyordum"
Birinin hayatında bir fark oluşturmaya çalışın. Bunu iletin, birinin yüreğini ısıtın, hayatında bir fark oluşturmaya çalışsın.

26 Ekim 2015 Pazartesi

DİZİLERDE HAYATIMIZA GİREN 11 ŞEY...


1- Kaç yaşında olursan ol eğer bir sevgilin yoksa eziksin demektir.
Burada bize mutlaka bir kızla ve erkekle arkadaşlık yapmamız gerektiği bilinçaltımıza yerleştirildi.

2- Önemli olan tek şey aşktır. Aşk için evlilik, namus ve anne-baba feda edilebilir.
Hayatın tamamını bir kız ve erkeğin ilişkisinde odakladı.

3- Başkalarını aşağılamak ve küçük düşürmek seni popüler ve gözde yapar.
Popülerliğin yollarından birinin bu olduğu algısı maalesef topluma yerleşti.

4- Yalan söylemek ve hırsızlık sana göre iyi bir amaç için yapılıyorsa çok masum hatta çok da şirin şeylerdir.
İslamın yanlış gördüğü kavramların zıddı geliştirildi ve aykırı olarak gördüklerimiz artık normal gelmeye başladı.

5- Fakir insanlar asla mutlu olamazlar. Mutlu olmanın tek yolu zengin veya ünlü olmaktır.
Halbuki mutlu olmanın yollarından birinin doğru ve helalinden az ya da çok kazanmak olduğu unutturuldu.

6- Anne ve baban birbirine ilk günkü gibi aşık değilse boşanıp başkalarıyla evlenmeliler ve sen de onları desteklemelisin.
Bir ömür boyu iyi günde kötü günde birlikte olma algısı unutturuldu.

7- Nikah olmadan beraber olmakta hiç bir sorun yoktur. Büyüdüğünde sen de istediğin kız veya oğlanla istediğin şekilde beraber olabilirsin.
İslamda Mahremin eline dokunmanın ateşe dokunmak olduğu algısı yok edildi, artık sevgilisi ile nikah dışı yaşamayan eleştirilir oldu!

8- Birinin değerli ve beğenilen olması için güzel/yakışıklı ve zengin olması gerekir. Yoksa değerli değildir.
Her şeyi görüntüde ve maddiyatta arar olduk. Bunlar yoksa kendimizi eksik hissetmeye başladık.

9- Güzel olmak demek 34 beden zayıflığında ve mini etek giymek demektir. Yakışıklı olmak demek ise kaslı olmak ve bunları her fırsatta göstermek demektir.

10- Ahlâkının güzel olmasının hiç bir önemi yok. Çünkü insanlar seni kullanır ve enayinin teki olarak kabul edilirsin. Hırslı ve zeki olmalı, zekanı başkalarının kuyusunu kazmak için kullanmalısın.

11- Tek ve gerçek mutluluk bu dünyadaki lüks yaşamla kazanılır.
Halbuki İslamın çizdiği sınırlar bunlar değildi.

2 Ekim 2015 Cuma

PEYGAMBERİMİZİN RÜYASI

 
 Peygamberimiz (s.a.v) bir sohbetinde Eshab-ı Kiram bir rüyasını şöyle anlattılar:  
Dün gece rüyamda,yanıma iki kişi geldi.Ben kim olduklarını sordum.Söylemediler.Bana: Yürü,beraber gidelim,dediler.Beraber yürümeye başladık.Biraz ileride,arkasını bir yere yaslanmış bir adam gördüm.Onun başının ucunda başka bir adam,ona taş atıyor ve taşlarla adamın başını eziyordu.Adam başka taş almaya gidince başı ezilenin başı eski haline geliyor,o adam yine getirdiği taşlarla adamın başını eziyor ve bu hal böyle devam edip gidiyordu.
Ben yanımdakilere:-Allah,Allah!Bu ne haldir? diye sordum.Bana "sen yürü,yürü"dediler...
Yürümeye devam ettik.Adamın biri sırtüstü yatıyor,diğer bir adam da elinde demirden kanca olduğu halde yatan adamın yüzünün bir tarafını parçalıyor,öbür tarafına geçiyor,öbür yüzünü yarıncaya kadar parçalanan yüzü iyileşiyor,tekrar dönüp aynı işkenceyi sürdürüyordu.Ben yine:
-Sübhanellah!Bunlara ne oluyor böyle,dedim.Bana yine "sen yürü,yürü" dediler.Devam ettik.
Biraz ileride fırına benzer bir yer gördüm...İçinde insanlar,altlarından alev geldikçe öyle feryat ediyorlar ki,dünyada onların sesini duyan her canlı ölürdü.Ben:
-Bunların suçu nedir? dedim.Yanımdakiler bana "sen yürü,yürü" dediler.Yürüdük...
Suyu kan renginde bir nehir... İçinde bir adam yüzüyor,yüzüyor,ırmağın kenarına geliyor.Kenarda bir adam var...Yanında bir çok taş toplanmış.Yüzen adamın ağzına bir taş koyuyor.Adam gidiyor,o taşı yutuyor ve yüzerek geri geliyor,böylece azab devam edip gidiyor.Ben:
-Bu nasıl şeydir?dedim.Bana "sen yürü,yürü"dediler.Yürüdük...İleride çirkin bir adam...Bir ateş yakmış,yaktığı ateşin etrafında durmadan dolaşıyor,hayret etmiştim bu adamın haline.
-Bu ne yapıyor böyle?dedim.Bana "sen yürü" dediler.
Bir müddet daha gittik.İçinde çeşitli çiçeklerin bulunduğu bir bahçe gördüm.İçinde uzun mu uzun boylu bir adam,öyle ki boyunun uzunluğu göklere doğru yükselmişti.Adamın etrafında ise toplu halde kalabalık çocuklar vardı.Ben:
-Böyle uzun boylu bir adam ve bu kadar çok çocuk görmemiştim.Bu adam kim ve yanındaki çocuklar kimlerdir?diye sordum:Bana yine"yürü,yürü"dediler.
Yürümeye devam ediyorduk.Büyük bir ormana vardık.O kadar büyük orman daha görmemiştim.Yanımdakiler"Buraya gir" dediler.
Beraber girdik.Biraz ileride altın gümüşten yapılmış muazzam bir şehir göründü.Şehrin kapısını vurdular.Kapı açıldı,içeri girdik,içerde bizi bir takım insanlar karşıladı.Vücutlarının bir yüzü gayet güzel,bir yüzü ise çok çirkindi.Yanımdakiler onlara,oradan akmakta olan nehri göstererek:"Şu nehre girin" dediler.
Onlar nehre girdiler geri çıktılar .Vücutlarındaki o çirkinlikten hiç eser kalmamıştı...
Yanımdakiler bana:
-Burası Adn Cennetidir...Senin yerin burasıdır,dediler.Başımı kaldırıp baktığımda çok güzel bir köşk gördüm.Onlara,beni bırakın da yerime gireyim,dedim.Kabul etmeyip "şimdi olmaz,ileride geleceksin"dediler.Ben onlara kim olduklarını sordum.Allah tarafından gönderilmiş melekler olduklarını söylediler.Bu gördüğümüz acaip şeylerin ne olduğunu sordum.Şöyle anlattılar:
Birincisi,kafası taşla ezilen adam;Kur'an öğrenip onunla amel etmeyen ve uykuyu farz namaza tercih eden kimsedir.Yarın kıyamette böyle azap görecek.
İkincisi,kanca ile yüzü parçalanan kimse ise;yalan söyleyerek,halkı birbirine düşüren kimsedir,öyle azap görecektir...
Üçüncüsü,yani fırında azap görenler,zina eden erkek ve kadınlar...
Dördüncüsü,yani kan renginde ırmakta yüzen ise;faiz yiyendir...
Ateşin etrafında dolaşan Beşincisi ise Cehennem zebanisi Malik'tir.
Altıncısı,bahçedeki uzun boylu adam,İbrahim aleyhisselam...Etrafındaki çocuklar da islam olarak doğan ve islam olarak ölen çocuklardır.Peygamberimiz buraya gelince,Eshab,
-Ya Rasulellah! müşriklerin çocukları da dahil mi? diye sordular.Peygamberimiz:
-Evet!buyurdu.
Vücutlarının yarısı çirkin yarısı güzel kimseler ise,hem günah işleyip hem de  iyilik eden.fakat iyilikleri kötülüklerine galebe çalan kimselerdir,diye anlattılar buyurdu.


Dini Hikayeler

DİĞER YAYINLARIM..